Uçun kuşlar uçun

Havalimanının otomatik cam kapıları açılırken hala kulaklarımdaki basınçla uğraşıyorum. Sokağa adımımı atar atmaz aşina olduğum o İzmir kokusu karşılıyor beni. Biraz toz, egzoz, taze pişmiş hamur işi ve deniz karışımı o koku, beni ilk kez havalimanı kapısında dedemin arabası olmadan bekliyor. İlk kez dolu dolu geçireceğim tatil günlerimin karnımda uçuşturduğu kelebekleri hissedemiyorum. Çünkü bu kez uzun bir yaz tatili için değil, bunca zaman dedemin üstlendiği sıkıcı sorumlulukların bana düşen payını yerine getirmek için adım atıyorum bu şehre. Yazın sıcağında tepemize vuran güneş bile ilişmiyor bu kez bana. Yine yük hakkımı aştığım için kollarımdaki ağır çantalara hayıflanıyorum. Güya sadece sırt çantamı alacaktım yanıma el bagajı olarak. Ayrıca üzerimdeki kalın mantoyu da boşuna almış olabilirim yanıma. Ama olsun, yükümün ağır olması en azından hala değişmeyen bir şeylerin olduğuna işaret ediyor. Gözlerim beyaz “Türkiye arabalarına“ ilişiyor. Sonra üzerinde sonu kağıda sığmadığı için gittikçe küçülen harflerle yazılı isimler olan pankartlara kayıyor bakışlarım. Bir türlü taksi gelmediği için babaannemi girişte eşyalarla birlikte bırakıp taksi aramaya gidiyorum. Neyse ki, çok geçmeden birini durdurup havalimanı kapısından babaannemi almak için arka koltuğa geçiyorum. Sadece bir kaç metrelik mesafeyi takside tek başıma geldiğim için arabaya biner binmez Almanca ikaz alıyorum babaannemden. Her zamanki repliğimizi tekrarlıyoruz. “Burası Türkiye. Ya seni alıp götürse taksici?“. Evet, burası Türkiye. Çocukken orada hayatı hep yaz tatili gibi sandığım ve büyüyünce daha çok kalacağımı hayal ettiğim Türkiye. Mahalle arkadaşlarıma Almanya’dan getirdiğim çikolataları dağıttığım, bulduğum her yavru kediyi eve taşıdığım, hafta sonları Kur’an kursuna gittiğim, her gün bakkaldan aldığım dondurmayı deftere yazdırıp cami çıkışı dedeme ödettiğim Türkiye. Üç otuzunda bilmiş kadınlar gibi konuştuğumun farkındayım. Fakat sahiden de daha 10 yıl öncesine kadar benim için Türkiye’de çocuk olmak böyle bir şeydi. Ve bu çok güzel bir şeydi. Takside Demet Akalın çalarken geçtiğimiz yolları seyrediyorum. Demet Akalın atarlı giderli bir şeyler söylerken ben daha çok Işıl Yücesoy dinlemek istiyorum. “Yalnız bir mevsim değil/ Yalnız bir bahar değil/ Her zaman her yerde bil/ Ya seninle ya sensiz“… Kırmızı bir arabanın içinde oturduğumu ve açık camdan sokaklara bakarken saçlarımın ılık yaz rüzgarında uçuştuğunu hayal ediyorum. Nereden buluyorum yahu bu antika yesilçam klişelerini? Sanki kafamdan bu düşünceleri silkelemek ister gibi başımı sallıyorum.

Güneşten rengi ağarmış levhaları, korna sesleri eşliğinde arabaların arasından karşıdan karşıya geçmeye çalışan insanları tüm bu hengameye rağmen garip bir huzurla izliyorum.

Seviyorum ben İzmir’i. Belki de Türkiye’de bu kadar aşina olduğum tek şehir olduğu için bu kadar seviyorum. Acaba İzmir de beni bu kadar seviyor mudur? Seviyorsa da bana hiç evimde hissettirmiyor bu şehir. Evet, büyüdükçe Türkiye’de evimde hissetmemeye başlıyorum. Gelirken yaşadığım mutluluk bir kaç hafta içinde yerini fevri patlamalara bırakıyor. Bu ne biçim bir düzensizlik diye bilmem kaçıncı kez söylenmeden edemiyorum. Her ne kadar bir İsmail YK klibinden fırlamış gibi durmasam da, ve konuşurken yurtdışından geldiğimi ele vermesem de, bir şekilde uymuyorum bu ülkeye. Mesela ağzını yaya yaya konuşan ve sürekli yapmak istemediğim bir sürü işlemi yaptırmaya çalışan bankacılarla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyorum. Çünkü sanki konuşurken kendilerini dinleyip beğenmekten ve çalışırmış gibi yapmaktan ne konuştuklarını bilmiyor gibiler. Haddinden fazla süslü ve sanki her biri adeta birer belediye başkanıymış gibi dolaşan memurlar da genelde bizi bir masadan diğerine göndermekle meşgul oluyor. Hayır sadece bu olsa yine iyi. Doğru düzgün ‘coffee to go’ bile satılmıyor. Bu insanlar sabah üniversiteye ve okula giderken ne alıyorlar ellerine? İzmir özelinde bahsediyorsak kumru veya gevrek elbette. Almanya’da bile bana kimse simit dedirtemez. Hiç boşuna münakaşaya girmeyelim sevgili İzmir’li olmayan okur.

Peki ya ben? Bana da İzmir’li denilebilir mi? Anne tarafı aslen Erzincan’lı ve Elazığ’lı olan, baba tarafı ise Erzurum’lu ve Sarıkamış’lı olan fakat hem annesi hem babası hem de kendisi Almanya’da doğmuş olan biri İzmirli olabilir mi? Aslen doğuluyum sonuçta. Hem de bayağı bir doğuluyum. Doğudan batıya göçen bir sürü Anadolu insanı gibi bizimkiler de zamanında İzmir’e yerleşmişler işte. Ama ben hiç doğuyu görmedim ki. İzmir’i biliyorum ben. İzmir’i tanıyorum. Yine de İzmir’li sayılır mıyım? İnsan nerelidir ki aslında? Bu kadim soruyu kaç defa soruyorum kendime. Türk müyüm, Alman mıyım, Doğulu muyum, Batılı mıyım? Doğulu veya Batılı olmak sadece coğrafi kavramlar değil üstelik. Türkiye özelinde bile Batılı ve Doğulu ayrımı var. Kimse coğrafi bir ayrımı kastetmiyor zaten. Bahsedilen kültür farkı. Bahsedilen yaşam tarzı ve en önemlisi yaşam standardı arasındaki keskin farklar.

Mesela İzmir’de nereli olduğumu sorduklarında aslen Erzincan, Elazığ, Erzurum ve Sarıkamış diye sayıyorum. Eee feministiz ya, anne tarafı da eksik edilmemeli. Soruyu soran hemen ardından patlatıyor bombayı: “Kürt müsün?“ –Hayır. “Alevi misin?“ –Hayır. Ardından derin bir sessizlik oluşuyor. Bense Doğulu olduğumu söyledikten sonra vuran piyango sorulara karşılık “Kürt veya Alevi olsam ne fark eder?“ diye patlamadan duramıyorum. Çok yakından tanışmadığım biriyse insanlıktan, birlik ve beraberlikten söz edilmeye başlanıyor. Tanışıklığım olan biriyse “Aaa hiç bilmiyordum, hiç öyle durmuyorsun!“ cevabını alıyorum. Pardon ama nerem öyle durmuyor? Veya öyle durmam için ne yapmam gerekiyor? Şiveli mi konuşayım, tenim güneşin altında kavrulmamış olduğu için mi Doğulu durmuyorum? Peki ama saç rengim, kaşlarımın gürlüğü filan? Hem biz Almanya’da böyle şeyleri hiç takmıyoruz. Sorması bile ayıp sayılıyor Kürt müsün, Alevi misin sorularının. Neyse, sakin olup derin derin nefes alalım. Aslında bu duruma alışığım. Almanya’da telefonda konuşurken ismimi söyleyene kadar beni Alman sanan insanların hala 4. kuşaktan bozuk bir Almanca beklemesi gibi bir şey bu da. Ya da bazı Alman arkadaşların Türkleri kötüledikten sonra “Ama sen onlardan çok farklısın, keşke hepsi senin gibi olsa“ demeleri gibi. Yani aslında beni övmeye çalışırken geldiğim yeri hem Türkiye’de hem Almanya’da “Batılılar“ farkında olmadan yeriyorlar. Hele bir de Almanya’dan geldiğimi söyleyince, bir de üstüne İsmail YK’nın kuzeni gibi durmayınca acayip bayılıyorlar. Mahallede bile tarzımın daha salaş ve sofistike oluşundan yurt dışından geldiğim anlaşılıyormuş. O ne demekse artık. Acaba bakımsız olduğumu mu ima etmeye çalışıyorlar yoksa entel durduğumu mu?

Evdeki hamam böceği komitesi geleneksel karşılama törenini aksatmamış bu yıl da. İçimdeki huzur duygusu yerini böceklerden ziyade insanlar üzerinde daha etkili olduğunu düşündüğüm böcek ilacı kokusuna bırakıyor. Eskiden olsa eşyaları eve bırakır bırakmaz Aslı’ya koşardım. Sonra da Aslı’yla caminin arkasındaki alanda diğer çocuklarla oynamaya giderdik. Ama Aslı şu an işte. Akşam iş çıkışı gelecek bize. Evin bu kadar sessiz olmasını sevmiyorum. İki kişi kalmış olmayı sevmiyorum. Dedemin Hakk’a yürüdüğü serin arka odanın çatıda yapılan tadilat nedeniyle ardiye gibi kullanılmış olmasına bozuluyorum. Yine de İzmir güzel. Ve bu güzelliği kendimi sokaklara atar atmaz içimde uyanan yaşama sevinci perçinliyor. Şehrin keşmekeşine bir de bir sürü dilenen Suriyeli çocuğun eklendiğini fark ediyorum. Kucağında bebeğiyle yerde bağdaş kurmuş bir sürü kadın ve varlığından rahatsızlık duyduğum fast food zincirlerinden birine doluşmuş kalabalıklar çarpıyor gözüme.. “Ülkede bir sürü işsiz üniversiteli var, biz durmadan Suriye’li alıyoruz ülkeye“ gibi sitemler İzmir’de kaldığım üç hafta boyunca mütemadiyen kulaklarıma çalındı. Zaten siyasi tartışmalar girdiğimiz her ortamda bir kaç hoşbeşin ardından varılan kaçınılmaz nokta gibi artık. İnsanlar daha da tedirginleşmiş sanki. Herkes bir şeylerden şikayetçi. Ve ben evden her çıkışımdan önce babaannemden daha çok “burası Türkiye“ ikazı alıyorum.

-Burası Türkiye. Karşıdan karşıya geçerken dikkat et, öyle kırmızı ışığı tınlamazlar. Burası Türkiye, öyle geç saatte ara sokaklardan geçilmez.

+Ama burası Türkiye. Elbette sokaklar çok güzel olmalı babaanne. Burada dükkanlar erkenden kapatmıyor. Burası Türkiye, sadece burada komik dolmuş şoförleri bulabilirsin. Sadece burada akşam eve uğramadan bakkala gün içinde aldığın gofretlerin parasını verebilirsin.

-Ama burası Türkiye. Burada şoförlere, senle gereğinden fazla konuşan yabancılara, parklarda grup halinde oturan gençlere pek itimat etmemelisin. Ama burası Türkiye, kapıları iyice kontrol etmeli evden çıkmadan. Giriş katındaki pencerelere demirden parmaklıklar taktırmalı, sonuçta panjurlar pek sağlam değil. Dokunur dokunmaz elinde kalır zaten.

+Yine de Türkiye burası. Burada deniz daha bir güzel kokuyor sanki. Her yerde mis gibi poğaça satılıyor. Restoranlarda yemeğin üzerine çay ikram ediliyor. Burada sevdiğim şairlerin kitapları süslüyor kitapçıların raflarını. Var mı denize karşı sade bir kahve söyleyip Gülten Akın şiirleri okumak gibisi? Sadece burada kahve isterken başına Türk koymadan zaten kahvenin hasının bu olduğunu anlıyorlar. Nerede bulabilirsin bu mahalleleri? Ara sokaklardaki otantik kafeleri, fast food zincirlerine ve atarlı giderli pop şarkılarına rağmen hayata dair idealleri olan bunca genci başka nerede bulabilirsin ki? Bu kadar farklı renkte, farklı şiveli, farklı ananeleri olan ama aynı mücadeleleri vermiş bunca güzel insan başka nerede olabilir ki? Binlerce yıllık kadim toprakların üzerinde yaşayan bu toplumdan daha güzeli olamaz ki..

Elimde olsa bu yazıya deniz kokusunu serpiştirmek ve sana şu an demli bir çay ikram etmek isterdim, kendini hangi şehre ait hissediyorsa oralı olan okur. Bana gelince; ben hem Türküm, hem Almanyalıyım, hem Doğu Anadoluluyum (teker teker saydım farz et yukarıdaki dört güzel şehri) hem İzmir’liyim. Fransızca konuşurken, Simone de Beauvoir veya Albert Camus okurken biraz Fransız’ım. İngilizce konuşurken ve Edgar Allen Poe şiirleri okurken biraz İngiliz’im. Latince çeviri yaparken biraz Romalıyım. Ahmet Kaya dinlediğimde biraz Kürt olurum. Farsça bilmediğim halde Füruğ Ferruhzad şiir seslendirdiğinde biraz İran’lı olurum…

Bu arada sözlerim yanlış yere çekilmesin, hayatımın hiçbir döneminde Almanya’da ayrımcılığa uğramadım. Hatta kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Çünkü ben Almanya’lıyım. Bir yanım buralı. Ve ait olduğum yer burası. Cinsiyet eşitliği, özgürlük, adalet gibi kavramların medeniyeti sömürgecilik üzerine kurulu olan Batı’ya has olmadığını bilecek kadar Doğuluyum. Sabahları üniversiteye giderken yoldan elime kahve alacak kadar, disiplinle çalışacak, trafik kurallarına uyacak, düzenli ve oturmuş bir sistemde yaşamaktan vazgeçemeyecek kadar Batılıyım. Peki o zaman Almanya’da kalmak konusunda nasıl bu kadar emin olabiliyorsun diye soruyorsun, değil mi? Doğu medeniyetinde bulduğum ahlak kaidelerini mevcut Batı sisteminde daha rahat hayata geçirebildiğim için sevgili okur. Sistemi dağınık güzel Türkiye’mde daha akşam evine ekmek götüremeyen onca insan varken, cinsiyet eşitliği, özgürlük ve adalet gibi kavramlara sıra gelemiyor ne yazık ki.

Yazıyı bitirirken havalimanı çıkışında zihnimde canlanan o şarkı çınlasın kulaklarında. Ne diyordu Işıl Yücesoy:
 

“Ya hep ya hiç sevgilim
Ya seninle ya sensiz
Olamaz başka biri
Ya seninle ya sensiz”


Hayrunnisa Akar