Araf mı taraf mı?

2) Kültür
İlk maddeye dil ile başladıysak ikinci maddenin kültür olması kaçınılmaz olsa gerek. Eğer Türkiye’de yaşıyor olsaydık muhtemelen sadece etnik kimliklerimizin ve milli kimliğimizin çatışmasını ele almak mecburiyetinde kalırdık. Oysa böylesi bir çatışma, birbiriyle iç içe geçmiş, adeta harmanlanmış ve coğrafyamızda yüzyıllardan beri süregelerek oluşmuş ortak kültürümüzün içerisinde pek mümkün olmamalı. Daha ziyade gündelik yaşamımızı globalleşmeyle beraber ‘popüler kültür‘ olarak tanımladığımız ve dünyanın (hala kendi kabile yaşamını terketmemiş toplumları dışında) neredeyse her yerini ele geçirmiş olan ‘kıstas‘ belirliyor.
Kültür, bir grup insanın bireysel ve toplumsal yaşamlarını düzenlemek ve yapılandırmak için oluşturduğu adetler sistemi olarak tanımlanabilir. Kültürün uzunca yıllar nesilden nesile aktarılan unsurları gelenek halini alır.
Şimdi biraz kültürel antropoloji profesörü edalarını bir kenara bırakalım ve buyrunuz meramımıza geçelim. ‘Popüler Kültür‘ olarak adlandırdığımız kıstasın biçtiği sistemde karizma, para ve beğeninin ulaşılması en önemli değerler olduğu malum. Yaşam tasavvurumuzdan yediğimiz yemeğe kadar popüler kültürün yansımalarını bulabiliyoruz. Özellikle Almanya büyük ölçüde söz konusu ‘kıstasların‘ hakim olduğu ve geleneksel detayların dini ve milli bayramlara saklandığı ülkeler arasında yer alıyor. İşte o Almanya’da 50 yıl önce kendi köyünden, mahallesinden, ilçesinden getirdiği gelenekleri hâlâ ilk günkü tazeliğinde koruyan bir Türk nüfusu yaşıyor. Burada doğan ikinci, üçüncü hatta dördüncü neslin üzerine de aileler tarafından bir kaç istisna dışında bahsettiğimiz geleneksel değerler giydirilmek isteniyor. Almanya’daki Türkler milli kimliği yitirme kaygısına maruz kaldıkları için popüler kültürün geleneksel değerleri pek sarsmadan toplumun içinde dengelenmesi ne yazık ki pek kolay olmuyor. Er geç ilkokul gezisinde baş gösteren bu çatışma bir çoğumuzda büyüdükçe yaşamımızda yaptığımız tercihleri belirlerken sıkça kararsız kalmamıza sebep oluyor. Doğal olarak kendi öz benliğimizi bulmakta bir hayli güçleşiyor. Kimi zaman aileden görülene en ufak bir sırt çevirmede kimliğimizi yitirip “Almanlaşmış” olarak yaftalanıyoruz. Ya da geleneksel olanı yapmamız gerektiğini bildiğimiz hâlde bir türlü kendi isteklerimizi bu gelenekle bağdaştıramayıp bocalayıp duruyoruz. Büyük çoğunluk ise kendi çıkarlarına göre geleneksel bir tercih yapıyor veya popüler kültürün meyvelerinden faydalanıyor. Bu da bir nevi omurgasızlığa yol açıyor. Çünkü taraf seçilmesi gerektiği düşünülüp nabza göre şerbet verilmeye başlanıyor. Ailenin yanında geleneklere bağlı, arkadaşlarının yanında kendini herhangi bir MTV klibini canlandırıyormuş gibi hisseden bireylerin sayısı durdurulamaz hızda artıyor. Ancak bu kesinlikle geleneklerden yana bir taraf seçilmesi yönünde bir çağrı olarak algılanmamalı. Zira yaşamımızla ilgili seçimlerimizi belirlemek için ne geçmişe ne de dayatılan popüler kültüre sarılmamız gerekiyor. Kendimizi ne kadar Türküm, ne kadar Almanım diye sorgulamak yerine mümkünse ortak vicdanımızın belirlediği değişmez ve sağlam sınırlar çerçevesinde kararlar alabilmeliyiz. Hayatımıza renk ve güzellik katan kültürel değerleri, hayatımızı zorlaştıranlardan temizlemeli ve yeniliklerin vicdana uygun olanlarıyla harmanlamalıyız.

Bir taraf seçmeksizin işimize gelmeyince caymadığımız omurgamızı oluşturabilmeliyiz. Vicdan gibi güzel bir kelimenin ardından Üstad Nuri Pakdil‘i anmamak da omurgasızlık olacağından:
“Daima terazinin ibresi vicdandır“.
 

Hayrunnisa Akar