Duyguların ambalajı

Karnaval rüzgarı bitmediğinden, son günlerde polis kayıtlarına geçen iki yüzün üzerindeki suç duyurusunu henüz gündeme getirmeyeceğim. Hatta mültecilerin üzerine sürülen tank biçimindeki karnaval arabasına dahi değinmeyeceğim. Babüsselam kampında dünyanın “insanlık açlığının“ vücut bulmuş hali olan yaklaşık 50 bin Suriyeli sığınmacıyı da satırlarıma taşımayı düşünmüyorum. Hayır, hala dünyaya ideolojik bakmaktan vazgeçmiş değilim. Ama sanırım bütün bunların hiçbiri anlatmak istediğimi aktarmama yardımcı olmayacak. Bugün biraz daha bizim gerçek gündemimizden bahsetme kayıtsızlığını göstermek istiyorum.

“Umumi yaşam“

Bildiğimiz üzere Türk televizyonlarında “Gelin Evi“ ve “Böyle Çok Daha Güzelsin“ isimli dahiyane yapımlar neredeyse yakamıza tapu belgesi takıp katılacağımız evlilik programlarını sollamış vaziyette. Öncesinde evlendirmeye yarıyordu bu malum programlar. Şimdilerde ise evliliğin ilk evresi ve artık estetik ameliyatla toparlanmaya çalışılan son evresi gibi toplumsal klişeleri tescilleme misyonunu üstlenmiş durumdalar. Aslında haksız sayılmazlar. Sonuçta halkın beklediği formatları yakalamak için anket yapmaya gerek yok. Artık herkesin çeşitli paylaşımlarla dışa vurduğu ve kendi hayatının reklamını yaptığı sosyal medya hesapları bunun için yeter de artar bile.
Bu noktada bana “akademik dergiye makale yazar gibi yazma, cümlelerin başı sonu belli olsun“ diyen yayıncıma, ve “yavrum nedir bu her anınızın fotoğrafını çekip artık sadece fotoğrafla iletişim kuruyorsunuz“ şeklinde haklı bir isyanda bulunan babaanneme en içten selamlarımı gönderiyorum. Her iki yorum da birbirinden bir o kadar alakasız olmakla birlikte gerçek meselemizi özetler nitelikte kanımca.

“Hepimiz birbirimizi çok acayip seviyoruz!“

Özellikle son günlerde benim için çok kıymetli olan birinin doğum günü zihnimdeki ampulü biraz daha aydınlattı. Tam masanın başına oturmuş gerçekten içimden samimi olarak gelen duygularımı ve dileklerimi yazarken, bir şeyi fark ettim. Yazdıklarım son derece hakikiydi ama ben o satırları doğum günü olan kişinin Facebook duvarına yazacaktım. Oysa söz konusu kişi benim için bu denli önemliyse pekala yine aynı samimiyetle şahsi olarak yazabilir, hatta söyleyebilirdim de. Ve işin komiği zaten yüzüne karşı da söyleyecektim. Neden bir de bu yolla yapıyordum bu işi? Sonra aslında duvarına herkese açık bir paylaşım yaparak çok doğal sandığımız bir şeyi yapacağımı fark ettim. Benim gibi sosyal medyayı kullanan herkes birbirine açıktan sevgi yumakları fırlatıyordu.

Bir insana karşı beslediğim iyi ve güzel duyguları, dostluklarımı, arkadaşlarıma ve aile fertlerime hissettiğim sevgimi tıpkı birçok sosyal medya arkadaşım gibi ben de “herkes“  için ilan edecektim. Buna rağmen bu tarz özel hayata dair açıklamaların herkese açık olduğu gerçeğinin sadece bir kez bilinçli olarak farkındaydım. Hayatımdaki en önemli erkek olan dedemi kaybettiğimde aylarca zihnimden bir türlü atamadığım zehirli uyuşukluğu açıktan bir yazıyla biraz düzenlemeye çalışmıştım. Genelde duygularına hakim biri olarak içimde biri iken ve sahibine artık iletemeyeceğim acıyı “her türlü dengesizliğimi mazur görün, ben bu durumla başa çıkamıyorum“ dürüstlüğüyle dışa vurmuştum. Halbuki kimin umurundaydı? Ben bu acıyı çekerken dışarıda bir sürü kişi daha yüzlerce acı çekiyordu. Daha sağlıklı düşünebildiğim bir dönemde böyle yapar mıydım? Muhtemelen o doğum günü paylaşımını Facebook duvarında paylaşmaktan kıl payı kurtulduğum ana kadar yapardım. Gerçek duygularımızı sahibine doğrudan iletmek yerine alenen yapmamızın altında yatan nedeni hiç düşünmemiştim. Sebebi yalnızca için için beklenen onlarca beğeni olamazdı. Bu durumun normalleşmesinden ve hatta böyle yapılmamasının garip karşılanmasından dolayı hiç bu davranışımı irdeleyememiştim. Oysa bir sürü sosyal medya arkadaşım her gün en yakın arkadaşına, çocuğuna, eşine, sevdiği insana ve hatta kendine bile alenen sevgi yüklemesi yapmakta.

Dozunu kaçırmadan

Bahsettiğim hepimizin sevdikleriyle çektirdiği ve mutlu eden fotoğraflar değil. Özel bir anın kısa paylaşımı da değil. Tüm bu içten duyguların devamlı ve fazla detaylı açıktan paylaşılmasıyla, aslında gerçek hayatta pek de özel duygular içermeyen paylaşımların karışmasından söz ediyorum. Siz de arada televizyon programlarında gördüklerinizin kurgu olup olmadığından şüphe etmiyor musunuz? Peki ya sosyal medya hesaplarımızı kaplayan aşırı dozda aileye, kendimize ve muhtelif yakınlara ettiğimiz ilan-i duygu sellerinin gerçek duygularınız olup olmadığını hala rahatça ayırt edebiliyor musunuz? Ya da daha net biçimde: ne kadar kendimizle barışık olduğumuzu “çirkincik“ dipnotunu düşerek Instagram’dan ilan edince gerçekten kendimizle barışmış mı oluyoruz? Belki aynı çatı altında olmamıza rağmen, telefondan başımızı kaldırıp sarılmadığımız annemizi etiketleyerek “canım annemmmmm!! Seni çoook seviyorum <3 <3“ yazınca annemizi daha mı çok seviyoruz? Her hafta düğün pozlarımızı paylaşarak eşlerimizle daha mı iyi geçiniyoruz? Şimdi tüm bunları düşününce, biz o duyguları gerçek sahibi için mi yoksa duygu paylaşımı için mi besliyoruz? Bu sorunun cevabını net biçimde bulmadan sanırım ekranlara çıkıp maaş soran insanlardan farkımız kalmıyor.

Şair Sezai Karakoç benim için çok özel olan bir şiirinde “Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken söyleyemediğim ateşten kelimeleri“ der. Biz bugün her türlü özel duyguyu umumiyetle arz ederken hala bu dizelerdeki hislere güveniyorsak, vardır fısıldayarak yürekten geleni sahibine aktarmanın bir sebebi. Tez vakitte hepimizin özel hayatının biraz ünsüzleşmesi dileğiyle.
 

Hayrunnisa Akar