‘Komşu teyze’ – sendromu

3. Başkaları için yaşamak
Babaanneme ilk kadın erkek eşitliğinden bahsettiğimde “bari elalemin yanında deme de seni aklı başında bir şey sansınlar“ demişti. Tabii ki bunu söylediği hâlde tanıdığım en eşitlikçi kadınlardan biriydi ve beni böyle güçlü bir kadının yetiştirmiş olması benim için her zaman çok büyük bir şans olmuştu. Hatta ailemde her zaman kendi ayakları üzerinde durabilen, güçlü, dediği dedik kadınlar olduğu için başka ailelerde durumun daha farklı olduğunu büyüdükçe fark edebildim. Babaannem de haklı olduğumu biliyordu. Buna rağmen “feminist“ olduğumu başkalarının yanında söylemem onların gözünden düşmeme veya hakkımda kötü düşüncelere sahip olmalarına yola açabileceği için pek de dile getirmemem gerekirdi o kelimeyi. Sonra ergen bir meydan okumayla “ben başkaları için yaşamıyorum ki, kendim için yaşıyorum!“ naraları atıverirsiniz ama pek bir şey ifade etmez aile için. “Başkaları olmadan yapayalnız kalırsın, itibarın olmaz!“ diye alırsın ağzının payını. Sonra ya kırıcı ve sevimsiz bir hâl alıp etrafında kimse kalmayıncaya kadar bozuk plak gibi tekrarlarsın düşüncelerini. Ya da bu komik durumun dalgasını geçip kendi inandıklarına göre yaşamaya devam edersin ve haklılığını fikirlerine özendirerek kanıtlarsın insanlara.

“Anne ben Alman oldum!“
Bizim toplumumuzda maalesef bahsettiğimiz seçenekler pek rağbet görmez. Bir önceki yazıda “Almanlaşmadan“ söz etmiştik. Türkiye’de yaşayanlar için bu kadar keskin ve aykırı bir öteki yoktur. En fazla “asi“ olursunuz veya yakın çevrenizin tam zıttı olan siyasi gruba mensup olduğunuz ileri sürülür ve bu şekilde öteki oluverirsiniz. Oysa “Almanlaşmak“ demek, bir oğlan evladın Alman gelin getirmesi, bir kız evladın evlenmeden yalnız yaşaması değil, tamamen toplumun dışına çıkmak ve helak olmuş kavim muamelesi görmektir. Almanlaşmak bazen hayatımızla ilgili kararlar verirken yaşadığımız dışlanma korkusu olur. Bazense sadece geleneksel motiflerin sınırlarını zorlamak dahi yetebilir. Birçoğumuz zaten büyüdükçe iki kültür arasında mekik dokuyan bireyler hâline geldiği ve işimize gelince taraf değiştirmeyi öğrendiği için düz yolda yürümek pek mümkün olmaz. Hayatın en değerli yılları yamalı bir karakterin şekillenmesiyle geçer. Ancak “Almanlaşma“ korkusunun altında yatan asıl sebep ailenin topluma ne hesap vereceğini düşünmesidir. Neredeyse herkesin birbirinin ayıbını, kusurunu aradığı bir toplumda çocuk yetiştirmenin ilk kuralı “aman elalem duymasın“dır. İçinde olduğumuz Türk toplumundan dışlanmamaktır aslolan. Biz çocuklarımıza kendi olmayı, kendini sevmeyi, kendine olan sevgisi için dürüst olmayı öğretmek yerine itibarsızlaşma korkusu aşılıyoruz. Eksiklerini, korkularını, kaygılarını ve hatta hatalarını ailesiyle paylaşmak yerine o eksiklerin hiç olmaması gerektiğini öğretiyoruz. Sanki her şey geleneğin toz pembe yapısına göreymiş gibi. Veya çocuğumuzun kendine özgü düşüncelerini, hayallerini, seçimlerini küçümsüyoruz. Okuldaki başarıdan ziyade misafirliklerde çizilen performansı önemsiyoruz. Aslında Türk insanının genel bir rahatsızlığıdır bu bahsettiğimiz. Fakat yurt dışında yaşayan Türkler için çizilen Türk toplumu alanı genelde daha dar ve birbirine benzeyen insanlarla sınırlıdır. O toplumun dışına çıkılırsa yalnız kalınabilinir. Bu dışlanma korkusu bir sürü gencin kendi içindeki ve çevresindeki düğümleri çözemediği için hayatın asıl önemli kısmına geçmesini engelliyor. Mesela kendi kendine kilitleneceği bir hedef koyamıyor. Ailesinden öğrendiğini sorgulayamıyor. Büyük hayaller kuramıyor çünkü vaktini yasakları delmek ve yasaklara uymak arasında ip cambazlığı yaparak harcıyor.
 

Göçmen ailelerde sadece her 6 çocuktan biri üniversite mezunu veya ustalık belgesine sahip
İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) tarafından yapılan açıklamaya göre göçmen ailelerin çocukları  hâlâ eğitimde daha az başarılı. Sadece her 6 çocuktan biri üniversite mezunu veya ustalık belgesine sahip. Buna rağmen aynı rapora göre her yeni jenarasyonla birlikte göçmen asıllı ailelerin çocuklarının eğitim düzeyi yükseliyor. Biz de toplum olarak bu olumlu gelişmeye katkıda bulunmalıyız. Başarının yolu sadece gerekli maddi zeminin hazırlanmasından geçmiyor. Psikolojik altyapıyı oluşturmadan hedefe odaklanılamaz.
Arzu ettiğimiz ve alanında yetenekli olduğumuz bir meslek değil bir an önce para kazanmak olmasın öncelik. Ahlakı, erdemi, itibarı sadece kendi küçük çevremizde “mış“ gibi yaparak kolay yoldan elde etmeye çalışımayalım. Birçoğumuz Allah’a inandığımız hâlde sanki Allah değil de sürekli komşu teyze bizi gözetliyormuş gibi yaşıyoruz. Yeni fikirler üretmek, güzel bir kitap okumak, merak ettiğimiz ülkeleri görmek, farklı kültürleri keşfetmek ya da sadece sokakta yaşayan bir evsizle empati kurup hemhâl olmak yerine bizimle empati bile kuramayan “elalem“ adlı yapılanmayla uğraşıyoruz. Bazılarımız kendini tamamen Türk toplumuna kapatıp yalnız kalmayı seçiyor. Bazılarımızsa kendi için değil sadece başkaları için yaşamaya başlıyor. Büyük çoğunluk ise hangi yöreye ait olduğunu bilmediği bir halayı tutturmuş gidiyor; adımlar tamamen karışık.
“Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum“ der Oğuz Atay. Biz de başkalarının “elalemi“ olduğumuza göre başkalarının kusurlarını araştırmak yerine kendi içimize bir bakalım. Dışarıya vurmadan kendi muhasebemizi yapalım. Çünkü başkalarının hakkımızda ne düşündüğünü önemsememizin altında aslında bizim de kendimizden ziyade en çok başkaları hakkında kafa yormamız yatıyor.


Hayrunnisa Akar