Ölümden ciddi ne var ki?
Sevgili Günlük!
Çocukken üzgün olduğumda aynaya bakarak ağlardım. Kendime acıyarak ağlamak sanki daha kolaydı. Hani üzgün birini gördüğünde ona hem acır, hem sen de ağlamak istersin ya, işte onun gibi…
Daha sonra aynaya gerek kalmadı. Üzüntümü, sevincimi, kavgalarımı hep kendimle konuşarak yaşadım. Doğrularımı kendimle konuşarak buldum. Bazen sesli düşünerek, bazen de sadece düşünerek. Çoğu zaman neşeli bir insan olarak kendime ve kendimle güldüğüm zamanlar da oldu. Bunları arkadaşlarımla da paylaştım her zaman.
Gülmeyi ve güldürmeyi çok seviyorum çünkü.
Mutsuzluklarımı da aynadaki kendime anlattım hep.
Yazarak… İy insan olmaya çalıştım her zaman. İlk önce çok basit şeylerle. İhtiyacı olanın yanında olmakla mesela. Kendimi karşımdaki insanın yerine koyarak. Empati yaparak.
Daha sonra kendi kendime iyi insanı tanımlayarak ve kendi nefsimi eğiterek. Kin beslememek mesela, nefret etmemek. Bunlar daha da önemli geliyor bana. Çünkü bu hisler aynı zamanda insanın kendisini de zehirliyor. Sinirlendiğimiz bir anda düşünmeden hareket ediyoruz bazen.
Zamanla kendime önce o andan çıkmayı, bir adım geriden o durumu izlemeyi öğrettim. Bir adım geriden her şey çok daha önemsiz geliyor insana.
Sinirlenmeden gülümseyip geçebiliyorum. Bir film izler gibi. Sabırlı olabildiğim zaman kendimi inanılmaz güçlü hissediyorum. „Evet yine başardım“ diyorum. Kendime yakıştıramadığım bir harekette bulunmadan hem de.
Arkadaşlarım bana, „nasıl sakin kalabiliyorsun? nasıl sabredebiliyorsun?“ dediklerinde, onlara şunu söylüyorum: “Patlamış mısırlarınızı alın ve izleyin. Aslında çok komik her şey!”
Hülya Nazlıcan