-
Aa
+
 29/07/2009
 

Tanışma Yazısı

Yetmişli yılların ikinci yarısı idi ve Alman Devleti özellikle Baden Württemberg’te şehir gerillası RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) ile amansız bir mücadeleye girmiş ve militanlara karşı sürek avı başlatmıştı. Güvenlik devleti teyakkuz halindeydi. Bu cümleleri yazarken şimdiki zamanın hikayesi formunu kullanmam benim bu zamanların şahidi olduğum anlamına gelmiyor. Bunları ancak okuduklarımdan dolayı bu şekilde yazabiliyorum. Fakat bu saptama bunlar yaşanırken benim hayatta olmadığım ya da bir başka yerde olduğum şeklinde de anlaşılmamalı. Bunun nasıl olduğu çok basit: Tam o yıllarda Baden Württemberg­­’te dünyaya gelmişim. Tarihe Alman sonbaharı (Der deutsche Herbst) olarak geçen olaylar zincirinden tam bir yıl evvel. Ortalığın sorgu, duruşma, cinayet ve suikastlarla çalkalandığı bir dönemin ortasında. Zamanın o buhranlı havası, aralarında Rainer Werner Fassbinder ve Volker Schlöndorff gibi büyük Alman yönetmenlerinin kısa filmlerinin de bulunduğu ‘Deutschland im Herbst’ adlı ortak yapım belgesel filmde ölümsüzleşmiştir.

Bu yıllar aynı zamanda Almanya’da ailesiyle birlikte ya da eşini ve çocuğunu Türkiye’de bırakmak suretiyle bir başına, gelecekteki daha güzel günlerin hayaliyle çalışıp çabalayan ve ülkesine geri döneceği günün hesabını yapan Türk insanının da ilk Almanya yıllarıydı. Çocukların evlenmesine, torunların doğmasına zaman vardı daha. ‘Döneceğim’ hayali ve düşüncesine karşın Almanya’ya günden güne yerleşilmeye başlanan yıllar. Benim ailem bu ailelerin arasında değildi.

Almanya’da yetişen ya da ergenlik döneminin ortasında Türkiye’nin kırsalından modern Almanya’ya getirilip okul sınıflarına sokulan gençlerin çok geçmeden ‘baanof’ mıntıkasında önce aylaklık sonra karanlık işler yapmaya ve nihayetinde cezaevi köşelerini artan sayıda doldurmaya başlaması sebebiyle Almanya’da yetiştirilmeme kararım verilmiş oluyordu. Henüz 10 yaşında bir ilkokul 3. sınıf öğrencisiydim.

PLANLAMACILAR VE YÖNSÜZLER

Zamanında evlere şenlik bir ayrımcı uygulama vardı Baden Württemberg’te: Milli sınıflar. Benim ilkokul sınıfımda sadece Türkler vardı. Toplum mühendisi bürokratlara göre bu yabancı insanlar yakında zaten ülkelerine döneceklerinden dolayı onları müfredetta Türkçe derslerin olduğu, tamamı Türkler’den müteşekkil sınıflarda ülkelerinde onları bekleyecek sürece şimdiden hazırlamalıydı. Gerçekten bir iyi bir ev sahibinin babacan bir tavrı sayılabilirdi bu. Ama gelenler misafirlik için çok uzun bir süre için geliyorlardı ve gelenlerin gelecek için ne düşündüğünü kimse sormuyordu. Çünkü soru cevap almak için sorulur ve cevabın beklentinizin tersi olabileceğini hesaba katarsanız inanmak istediğiniz şeye inanmaya devam edebilmek için sormamayı yeğleyebilirsiniz. Öte yandan bu karar için danışılıp fikri alınabilecek hangi merci ya da baskı grubu vardı ki? Almanya’ya gelmiş Türkiye insanının çokuluslu imparatorluk varisi Türkiye’den getirdiği ortak noktaları ne dinleri, dilleri, mezhepleri, etnisiteleri, sosyal tabakaları, hassasiyetleri ne de siyasi görüşleriydi. Ortak noktaları sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olan son derece karışık, dağınık ve örgütsüz bir topluluk sözkonusuydu. Bu durum Türkiye’de aradan geçen 30 yılda vuk’u bulan son derece türbülanslı (ideolojik çatışma, askeri darbe, Olağanüstü hal, etnik ve dini kutuplaşma, kundaklamalar, düşük ölçekli iç savaş) olaylar zinciri ile günbegün yeniden üretilmekte olduğundan, bahsedilen durum süregelen ve kökü eskilerde kalan bir örgütsüzlük ve dağınıklıktan öte bir durum arz etmektedir. Bu konuya başka bir yazıda ayrıca kafa yorma sözü vererek yine konumza dönelim.

Okullarda milliyete göre sınıf’ uygulamasına çok geçmeden yanlışlığı anlaşılıp son verilmiş olsa da bu uygulamayı Almanya’daki karar alıcıların (eğitim ve öğretim eyaletlerin tasarrufunda olduğundan Baden Württemberg demek daha uygun olacaktır) o zaman için yakın denilebilecek bir zaman evvel ülkeye göç etmiş olan Türk topluluğu ile ilgili algı ve düşünce dünyasını somutlaştıran dikkate değer ve doğrudan bir örnek olarak almak gerekir.

LAF DEĞİL İŞ

Almanya’nın, gelen topluluğu ısrarla misafir olarak görmeye çalışması bir hazmedememe durumuna karşılık gelmektedir. Bunun aşılması Almanya’daki Türk toplumunun burada geçirdiği yılların toplamıyla değil topluma yapacağı bilimsel, sanatsal, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal katkılarla mümkün olacaktır. Bir yerde kabul görmek için bunlar ön şart olabilir mi? İnsan, hem de demokratik ve çoğulcu bir toplumda, sadece insan olduğu için kimliğinin her yönü ile kabul görmeyi ön şartsız hakketmiyor mu? Şüphesiz güzel bir ideal bu. Demokratik düşünen herkesin ülkü edinmesi gereken bir düşünce. Fakat ideallerle uğraşmaya geçmişte olduğu gibi bugün de devam edip gerçekleri gözden mi kaçıralım? Ya bizden kaynaklanan eksiklikler? Ya da idealler açısından bakacak olursak dünyanın hangi ülkesinde bünyeye sonradan eklenen, hakkında tarihsel önyargıların da bulunduğunu yadsıyamayacağımız bir topluluğun durumu Almanya’daki Türkler’in durumundan daha çok umut vadetmektedir? Hangi toplumda, bünyesine aldığı tarihsel ‘öteki’lik ipoteği altındaki başka bir toplulukla eşit şekilde birarada yaşama ideali, gerçekleşmeye Almanya’dakinden daha yakındır? Bununla ilgili imkanlar nerede böylesine cömerttir? Peki bundan ne şekilde yararlanabilir ve süreci nasıl ileriye taşıyabiliriz sorusunu sorup bu yönde harekete geçtiğimiz anda aslında Türklerin ‘uyum’, Almanların da ‘entegrasyon’ dediği o içerik ve somutluk yoksunluğundan muzdarip kavramı bizzat gerçekleştirmiş oluruz. Bunun için de laf değil iş yapmak gerekiyor.

Konuya paralel ilerlettiğimiz yaşam öyküsüne dönecek olursak, ben nihayetinde Türkiye’nin yolunu tuttum. Almanya’da öğrenemediğim Almancayı İzmir’de devam ettiğim özel orta okul ve lisede çok rahat öğrendim. Üniversiteyi de İstanbul’da, kurulmuş olduğu Tanzimat döneminden beri (Mekteb-i Sultani adıyla 1868’de kurulmuştur) önce Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından Türkiye’nin Avrupa’ya açılan penceresi olan Galatasaray’da Fransızca dilinde okudum. Yirmi yıl sonra Almanya’ya döndüğümde gördüğüm, geçmişin bütün sorunlarının şaşırtıcı şekilde çocukluk yıllarımdaki gibi devam ettiği oldu.

‘ALMANCILAR’DAN ‘AVROTÜRKLER’E

Fakat bu olumsuz durumun olumlu gelişmeleri görmemize engel olmaması gerekiyor. Geçmişte çeşitli sebeplerle ‘Almancılık’ yaftası yapıştırılan Almanya Türkleri adına yakışır Avrupa Türkleri (Avrotürkler) olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Bu farkına vardığım en mutlu edici gelişmeydi. Türkiye’de yıllık binlerce dolar verilerek okunan kolejlerin kalitesindeki Gymasium’larda okuyan çocuklarımız dört dille yetişiyorlar. Almanya Türk toplumu, iyi yetişmiş insanlarıyla toplumsal yaşamın her düzeyinde günden güne daha çok pay almaktadır. Bir başka olumlu gelişme de demografik ya da diğer sebeplerle Alman siyasetinin de bu konuya verdiği önemin geçmişte olduğundan çok daha fazla olması ve çözüm arayışlarının partiler üstü bir hal almış olmasıdır.

KAYBEDENİ OLMAYAN DAVA

Almanya Türkleri’nin Almanya’daki olası başarısının sonucunda kazanan çok, kaybeden yoktur. Bu başarıdan hem başarı sağlayan Türkler’in kendisi, hem genel olarak Almanya Türk toplumu, hem olumsuz addedilen durumun olumluya dönmesi ve her anlamdaki verimlilik artışı sebebiyle Almanya ve Avrupa Birliği yolunda Avrupa’da yaşayan Türkler’den olumlu bir lobi çalışmasından elde edilen faydayı değil olumsuz imajın yarattığı zararı gören Türkiye kazanacaktır.

Bu ilk buluşmamızda üzerinde yeterince duramadığımız konularda gelecek günlerde yeniden buluşmak ümidiyle sevgiyle kalın.

Erkan Budak