-
Aa
+
 03/03/2011
 

Düsseldorf Notları

Hatırlanacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ın Şubat 2008’deki Köln konuşması Almanya’da hararetli tartışmalara sebep olmuş, hatta Alman politikacıları tarafından Erdoğan, Almanya’nın içişlerine karışmakla suçlanmıştı. Bu konuşmasında Erdoğan Almanya’daki Türklerden özetle; Almancayı iyi derecede bilmelerini ama Türkçe’yi de unutmamaları gerektiğini ifade etmiş; entegrasyona ‘evet’ ama asimilasyona ‘hayır’ demişti.

Benzer tezleri 27 Şubat 2011’de Düsseldorf’ta Türklere yönelik konuşmasında da dile getiren Erdoğan’ın; 'Herkes Almanca öğrensin istiyorum. Çocuklarımız Almanca öğrensin istiyorum. Önce Türkçe’yi iyi öğrensin istiyorum.' şeklindeki ifadesine cevap gecikmedi ve Erdoğan, yine Almanya’nın içişlerine karışmakla suçlandı.

Konuyla ilgili olarak Almanya Başbakanı Angela Merkel, başarılı olunması için Almanca’nın şart olduğunu dile getirirken; Dışişleri Bakanı Westerwelle, Erdoğan’ın 'İlk önce Türkçe' çıkışına karşı; 'İlk önce Almanca' restini çekti.

Anlaşılan ortada bir problem var; zira birisi önce ‘Türkçe’ derken, diğeri önce ‘Almanca’ diyor. Şimdi bize düşen; olayı her türlü duygusallıktan uzak ve objektif bir şekilde irdelemek olmalı. Kimin haklı olduğunu tespit için oldukça üstün bir zekaya da sahip olmak gerekmez. Çünkü, 2+2=4 edeceğini kavrayabilen bir çocuk dahi bilir ki; anne ve babanın Türk olduğu bir ailede öğrenilmesi gereken dil o ailenin anadili olan Türkçe’dir.

Çünkü, bir dilin mensuplarının farklı bir coğrafyada yaşıyor olmaları, ‘anadillerini unutmaları gerekir’ anlamına gelmez! Bu bir insani temel haktır ve bu hak herkese doğuştan verilmiştir. İnsanın doğuştan sahip olduğu bütün haklardan mahrum bırakılması; temel hak ve özgürlükler bağlamında insani bir suçtur! Meseleye bu açıdan bakıldığında, doğrusu Sayın Westerwelle’nin tezini anlamakta zorlananlardanım.

Ama farklı cihetten meseleye bakıldığında sayın bakan haklıdır. Çünkü Almanya’nın resmi görüşünü de ihtiva eden bu yaklaşımın özünde bir hazımsızlık yatmaktadır. Esas mesele; Almanya’da doğmuş, eğitimini Almanca almış ama gönlünde Türkiye yatan gençlerin (ki, bunun sayısı zannedildiği kadar da fazla değildir) Türkiye Başbakanını coşkulu bir şekilde karşılamalarıdır.

Halbuki bunu bertaraf etmek gayet kolaydır ve bunu gerçekleştirmek de yine, Almanya da göçmen barındıran diğer Avrupa ülkelerindeki siyasilerin de görevidir. Göçmenlerin ikinci sınıf insan muamelesi görmelerine, her konuda negatif ayrımcılığa tabi tutulmalarına, doğuştan var olan hakların çeşitli sebeplerle gaspına ve saire.. gibi engellerin ortadan kalkması ve her konuda fırsat eşitliğinin tanınmasıyla, bu hazımsızlığın ortadan kalkacağını söyleyebiliriz.

Çünkü insanımız gerçekten karnını doyurduğu yere kem gözle bakmaz; yediği kaba tükürmez. Oranın bayrağına ve değerlerine yan bakmaz. Yeter ki, kendisi hak ve hukukta muhatap alınsın, farklı kültüre sahip olduğu için hakir görülmesin, yakılmasın... İşte o zaman Almanya başbakanı da Türkiye başbakanı gibi karşılanır, hüsn-ü kabul görür.

Bütün bunları rahatlıkla söylüyorum çünkü; ben de Sayın Erdoğan’ın konuşma yaptığı salondaydım. Salondakilerin ellerinde Türk, Alman ve Avrupa Birliği bayrakları vardı. Türk Milli Marşının okunması sırasında ayakta duran tüm salon – özellikle dikkat ettim - Alman Milli Marşının dinlenmesi esnasında da aynı hassasiyeti gösterdi.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen bu olgunluğu gösterenlerin, birinci sınıf insan muamelesi görmeleri halinde, içinde yaşadıkları ülke için neler yapabileceklerini varsın yerli siyasetçiler düşünsün.

ALİ YAĞIZ

aliyagiz@web.de