-
Aa
+
 16/05/2011
 

Aynı duyguları paylaşmak

Zaman zaman çevrenizde, hatta dünyada olup bitenlere anlam veremediğiniz, ‘neden’ ve ‘niçin’ lere cevaplar arayıp, suçluları bulmaya çalıştığınız olur. Ama bir şekilde belli bir sonuca da ulaşamazsınız. Çünkü olayı kurgulayan ve oynayan da sizden birileri olan insanlardır. Sizin de insan olmanızdan kaynaklanan sorumluluğunuz gereği, kendinizi de sorumlu tutar ve çareler ararsınız.

Ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığını da fark edercesine, an gelir kızar, an gelir 'bana mı kaldı?' dercesine sorumluluktan kurtulmaya çalışırsınız. Bu sizi nereye kadar susturur, içinizdeki duyguları ne derece bastırır; orası tartışılır!

Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki göçmenler de bazen sorun olarak görülmeleri, bazen de siyasi malzeme olmalarından dolayı kendilerini bu sorunlar yumağında bulanlardan oldular bugüne dek. Böyle giderse, mevcut durumun devam etmesi de kuvvetle muhtemel, çünkü zamanla erimeye yüz tutacağı varsayılan sorunların gittikçe karmaşık hale büründüğüne şahit oluyoruz.

İnsanın olduğu yerde elbette ki problem olacaktır. Hele hele birçok farklı kültürden insanların, nimetin ve külfetin paylaşımında eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları söz konusu ise!

Ne var ki göçmenlerin, külfetin paylaşımında eşit ama nimetin paylaşımında farklı muameleye maruz bırakılmaları ve insan hak ve özgürlükleri alanında kısıtlamalarla karşı karşıya kalmaları, problemlerin çoğalarak büyümesine ve ‘uyumun anahtarı’ olarak dayatılan aynı dili konuşuyor olsak bile, iletişimin de aynı oranda engellemesine imkân hazırlıyor.

Mesele, gerek yerliler ve gerekse göçmenler (yeni yerliler) açısından incelediğinde; ana sorunun birbirimizi tanımamaktan kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu tespite, ‘yarım asırdır beraberiz, daha mı tanıyamadık birbirimizi?’ diyenlere, Mevlana’nın; 'Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır' sözünü hatırlatalım.

Konuya bu açıdan bakınca, anlaşabilmek için de yarım asra falan gerek kalmıyor aslında. Yeter ki, niyetimiz halis olsun. Çünkü anlaşmanın sırrı; asırlarca beraber yaşamaktan geçmiyor. Uzun süre bir arada olmak, kader birliği yapmak kâfi gelmiyor ve ‘zamanla düzelir’ diye beklediğimiz sorunlar, gün geliyor daha da katmerleşerek çözülmez hale bürünebiliyor.

İşin özünde, sadece kendi açımızdan konuya bakmak ve karşı tarafın açıklarını aramak gibi bir yaklaşım şekli de elbette ki önemli rol oynamıyor değil. Aksine, empati yapmak ya da yapabilmek ve karşımızdakini kendimizin yerine koyarak tavır belirlemek, her dönemde ve herkes için en fazla ihtiyaç duyulan bir özellik olarak karşımızda halbuki.

Atasözümüz bize; 'insanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar' diyor. Tanışmak, konuşmak istemeyenleri dahi ‘bizi neden tanımak istemiyorlar?’ sorusuyla cevap aramak ve kafalardaki niyeti öğrenmeye çalışmak bir zorunluluk olmasa bile, bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

Bunun için de olmazsa olmaz şart; başkalarını farklılıklarıyla kabullenmektir. Sadece bu prensibe riayet edilmesi halinde bile, çok şeyin hallolacağı görülecektir.

Bir başka ifadeyle, anlaşabilmenin yolu; farklılıklarımızı da dikkate alarak, birbirimizi önyargısız anlamaya çalışmaktan geçer. Yani anlaşılmak için önce muhatabı anlamak!

Kaldı ki, bu yaklaşım şekli sadece farklı kültürden insanların anlaşmaları için değil, her insanın farklı bir dünyasının varlığı ve dolayısıyla farklılıklarının olduğu gerçeğinden hareketle, aynı kültürden olanlar için de bir ön şart.

Peki, bu düsturu kaçımız, ne kadar içselleştirip, hayata geçirebiliyoruz?!

Ali Yağız

aliyagiz@web.de